03 June 2023, Saturday
Tercüme Editörü
Wikiyours makaleleri İngilizce makalelerin Türkçe'ye çevrilmiş halleridir. İngilizce bilen herkes makale sahibi olabilir ve yaptığı çeviri miktarınca para kazanır.
Çeviri Yapmak İçin Makale Seçiniz
Makale yazmak için
bir kategori seçin
Düzeltme Öner

Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı

İçindekiler
  1. Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı hakkında özet bilgi
  2. 1801-1837
  3. Viktorya dönemi
  4. 20. yüzyılın başları
  5. İrlanda
  6. Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı hükümdarlarının listesi

Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı hakkında özet bilgi

Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı, 1 Ocak 1801'de Büyük Britanya ve İrlanda Krallıklarını'nın, imzalamış oldukları 1800 tarihli Birlik Yasaları Sözleşmesi'ne göre, birleşmesi ile kurulmuştur. İrlanda içerisinde, bağımsız bir İrlanda Cumhuriyeti'nin kurulması fikrinin giderek yaygınlaşması sonucu İrlanda Bağımsızlık Savaşı başladı. 1922 yılında Özgür İrlanda Devleti, Birleşik Krallıktan ayrılarak bağımsız bir devlet haline geldi. Kuzey İrlanda, Birleşik Krallığın bir parçası olarak kalmaya devam ve etti ve bu nedenle ülkenin ismi değişerek ''Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı'' halini aldı.

İngiltere, 1814'te Napolyon Savaşları sırasında Fransızları yenen Avrupa Koalisyonu'nun finansmanını üstlendi. Bu sayede İngiliz İmparatorluğu gelecek yüzyılın en güçlü devleti haline geldi. Rusya ile yaşanılan Kırım Savaşı ve Güney Afrika'daki Boer Savaşları, büyük ölçüde barış içerisinde geçen yüzyıldaki, nispeten, küçük çaplı askeri operasyonlardı. Ortaya çıkan hızlı sanayileşme hareketi Devletin kurulmasından yaklaşık on yıl kadar önce başlamıştı ve bu hareket 19. yüzyılın ortalarına kadar devam etti. 19. yüzyılın ortalarında İrlanda'da ortaya çıkan ve hükumetin eylemsizliği yüzünden daha da şiddetlenen kıtlık döneminde (İrlanda Patates Kıtlığı veya Büyük Kıtlık) İrlanda'da tam bir demografik çöküş yaşandı. Bu nedenle İrlanda'ya yönelik, yapılması planlanan, ''Toprak Reformu'' çağrılarında büyük bir artış yaşandı.

Bu dönem İngiltere için, ekonomisinin hızla modernleştiği, sanayisinin hızla büyüdüğü, ticaret ve finans sektörünün geliştiği, adeta dünya ekonomisini domine ettiği bir dönem oldu. İngiltere'nin dışarıya verdiği göç ağırlıklı olarak Birleşik Devletlere ve kolonilerine yönelikti. Ayrıca İngiltere bu dönemde Afrika ve Asya'daki topraklarını genişleterek, yerel elitleri denetleyen az sayıdaki yönetici ile, devasa Britanya İmparatorluğu'nu inşa etti. 1857 yılında Hindistan'da kısa süreli bir ayaklanma yaşandı. Dış politika alanında, İngiltere'nin temel ilkesi ise serbest ticaret idi. İngiltere, bir çok tüccarı finanse ederek, Güney Amerika'da olduğu gibi, birçok bağımsız ülke de başarılı ticari operasyonlar yürüttü. İngiltere, 20. yüzyılın başına kadar hiçbir ülke ile daimi bir askeri ittifak kurmadı. 20. yüzyılın başlarında ise Japonya, Fransa ve Rusya ile işbirliği yapmaya başladı ve Birleşik Devletler'le yakınlaştı.

1801-1837

Büyük Britanya ve İrlanda Birliği

İrlandalıların sahip oldukları kısa süreli bağımsızlık dönemi 1798 yılındaki İrlanda Ayaklanması ile sona erdi. Bu ayaklanma tam da İngiltere'nin devrimci Fransa ile savaştığı dönemde meydana gelmişti. İngiliz hükumetinin en büyük korkusu bağımsız bir İrlanda devletinin Fransızların yanında saf tutarak İngiltere'ye karşı birleşmeleri idi. Bu duruma karşı İngilizler, iki ülkenin birleştirilmesi yönünde karar aldılar. Bu, durum her iki ülkenin parlamentolarında alınan kararlar ile yasal bir düzleme oturtuldu ve 1 Ocak 1801'de hayata geçirildi. İrlandalılar ise bağımsızlıklarını ve yasama özgürlüklerini kaybetmelerine rağmen, bu kayıpları dini açıdan telafi edebileceklerine (Katolik Kurtuluşu'un gerçekleşeceğine) ve İrlanda ile İngiltere'de Katolik inancı yerleştirerek her türlü sivil engeli ortadan kaldırabileceklerine inanıyorlardı. Bununla birlikte, Kral III. George, böyle bir Kurtuluş fikrine şiddetle karşı çıktı ve hükumetinin göstermiş olduğu bütün tanıma girişimlerine rağmen, kral bütün bu girişimleri yenmekte başarılı oldu.

Napolyon Savaşları

İkinci Koalisyon Savaşı (1799-1801) sırasında İngiltere, Fransa ve Hollanda'nın sahip olduğu deniz aşırı toprakların büyük bir bölümünü işgal etti. Hollanda 1796 yılında Fransa'nın uydu devleti haline gelmişti. Ancak İngilizler, tropik hastalıklar nedeniyle 40.000 askerini kaybettiler. İmzalanan Amiens Antlaşması ile İngilizler savaş sırasında ele geçirdikleri bölgelerin büyük bir kısmını idare ettiler. Ancak bu antlaşma, kalıcı bir barış antlaşması olmaktan çok geçici bir ateşkes antlaşması oldu. Napolyon, İngilizleri kışkırtmaya devam etti. İngiltere'ye yönelik bir ticaret amborgosu uygulamaya başladı ve İngiltere ile kişisel bir birliktelik içerisinde olan Brunswick-Lüneburg Dükalığı'nın başkenti Hannover'i işgal etti. Mayıs 1803'te savaş tekrar başladı. Napolyon'un Britanya'yı istila etme planları, Fransız Donamasının, İngiliz Donanmasına göre daha kötü bir durumda olması nedeni ile başarısız oldu. 1805 yılında Lord Horatio Nelson'un komutası altındaki Kraliyet Donanması, Trafalgar Savaşın'da (Napolyon Savaş dönemindeki son büyük deniz savaşı) birleşik İspanyol-Fransız donanmasını büyük bir yenilgiye uğrattı.

1806 yılında Napolyon, Britanya'ya yönelik olarak uygulanan, Kıta Ablukası sisteminin etkilerini daha da arttırmak amacı ile Berlin Kararnamelerini yayımladı. Bu kararnameler ile Fransız hakimiyeti altındaki topraklar dış ticarete kapatılarak Britanya'nın zayıflatılması hedefleniyordu. İngiliz Ordusu Napolyon için küçük, bir tehdit olarak kalmaya devam ediyordu. Napolyon Savaşları'nın doruk noktasına ulaştığı dönemde dahi İngiliz Ordusu sadece 220.000 askerden oluşuyordu. Buna karşılık Napolyon'un komutası altında ise bir milyondan fazla asker vardı. Üstelik Napolyon'un gerektiği takdir de yardıma çağırabileceği yüzlerce ulusal muhafız ve onlarca müttefik devlete ait ordular da vardı. Buna duruma karşılık olarak ise Kraliyet Donanmasına bağlı gemiler, Fransız ticaret gemilerine saldırarak, Fransızların kolonileri ve müttefik devletleri ile olan ticaretlerini baltalamaya ve Kıta Ablukası'nın etkilerini hafifletmeye çalışıyorlardı.  Fransa'nın sahip olduğu nüfus ve tarımsal üretim kapasitesi, Britanya Adaları'ndan çok daha fazlaydı. Fakat sanayi, finans, ticaret ve deniz gücü bakımından ise Fransa oldukça gerideydi.

Aslında Napolyon, İngiltere'nin Avrupa Ana karası ile olan bağlantısını kestiği takdirde, İngilizler'in sahip oldukları ekonomik üstünlüğü de yok edeceğini düşünüyordu. Ancak İngiltere, sanayi kapasitesi bakımından dünyadaki en büyük ülkeydi ve İngilizler sahip oldukları deniz gücü sayesinde Amerika Birleşik Devletleri ile güçlü bir ticaret ilişki kurmuşlardı. 1808 yılında başlayan İspanyol Ayaklanması, Britanya'ya Kıta üzerinde bir köprü başı oluşturması için aradığı fırsatı verdi. Wellington Dükü (Arthur Wellesley) Yarımada Savaşı ile, Fransızları yavaş yavaş İspanya'dan çıkardı. 1814 yılının başlarında Prusyalılar, Avusturyalılar ve Ruslar birleşerek, Napolyon'u doğu da geri itmeye başladılar. Wellesley ise güney Fransa'yı işgal etti. Napolyon'un teslim olması ve Elba adasına sürgüne gitmesinden sonra, barış kıta'ya geri dönmüş gibi görünüyordu. Ancak 1815 yılında Napolyon, birdenbire Fransa'da yeniden iktidarı ele geçirdi. Bunun üzerine Müttefikler güçlerini birleştirdiler.  Wellesley ve Blucher'in orduları Napolyon'u, Waterloo'da kesin bir yenilgiye uğrattılar.

ABD ile 1812 Savaşı

Napolyon Savaşları'yla aynı dönemde, ticari anlaşmazlıklar, düşman Amerikan Yerlilerinin silahlandırılması ve Amerikalı denizcilerin tutuklanması sebebi ile 1812 yılında Birleşik Devletler ile Britanya Krallığı arasında savaş başladı. Bu savaş İngiltere için, ilk başlarda, çok büyük bir önem arz etmiyordu. Çünkü İngilizler bütün kaynaklarını Fransızlar ile savaşmak için kullanıyorlardı. Amerikan firkateynleri, Avrupa'daki savaştan ötürü insan gücü bakımından yetersiz olan Kraliyet Donanması'nda karşı bir dizi başarı kazandılar. 1814 yılında İngilizler savaş çabalarını hızlandırarak Queenston Tepeleri Muharebesi'nde Amerikalıları büyük bir yenilgiye uğrattılar ve Beyaz Saray ile ve Washington'u yaktılar. Kazandıkları bu başarılara rağmen İngilizler, müttefik Amerikan Yerlilerinin yenilmesinden dolayı, New York ve New Orleans'a yönelik istila girişimlerinde başarısız oldular. İki ülke arasında imzalanan barış anlaşması ile sınırlar üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadı. 200 yıllık bir barış dönemi başladı ve sınırlar büyük oranda karşılıklı olarak açıldı.

Krallığın gelişme çağı

Tarihçi Asa Briggs, Evanjeliklerin yapmış oldukları dini çalışmalar ile Fransız Savaşları döneminde İngiliz toplumunun sahip olduğu ahlak ve terbiye seviyesinde büyük bir iyileşmeye neden olduklarını iddia etmiştir. Toplumun en alt sınıfından en üst sınıfına doğru insanlar, daha önce hiç olmadıkları kadar; daha akıllı, daha iyi, daha tutumlu, daha dürüst, daha saygın ve daha erdemli bir hale geldiler demiştir. Kötülük (kötü davranışlar ve alışkanlıklar) hâlâ toplum içerisinde yaygındı, ancak iyilik (iyi davranışlar ve alışkanlıklar) toplum içerisinde giderek yaygınlaşıyordu, iyi davranışlarda bulunmak artık daha çok daha ciddi bir konu haline gelmişti. Dönemin önde gelen ahlakçısı ve politikacısı William Wilberforce, bu konu hakkında, her yerde yeni kanıtlar dinin yayılması sırasında (güçlenmesi) kendisini gösteriyor demiştir.

Muhafazakarlık ve tepkiler

Britanya Napolyon Savaşları'ndan, 1793 yılındakinden çok daha farklı bir ülke olarak çıkmıştı. Sanayileşme oranı arttıkça, toplumsal yapıda değişmişti. Artık çok daha fazla insan kentlerde yaşıyordu, kırsal da yaşayanların oranı ise düşmüştü. Savaş sonrası dönemde ekonomik bir çöküş yaşandı. Ülke de meydana gelen kötü hasat ve enflasyon nedeniyle toplumsal bir kargaşaya ortaya çıktı. İngiliz liderler, Fransa'yı derinden etkileyen devrimci aktivitelerin kendi ülkelerinde meydana gelmemesi konusunda oldukça dikkatli davrandılar. Toplumu iyi bir biçimde işleyerek başarılı bir şekilde analiz ettiler. Tarihçiler ise bu konuda oldukça az delilin olduğunu iddia etmişlerdir. Neredeyse bütün tarihçiler Metodizm gibi sosyal statükoyu destekleyen düşünce akımları sayesinde İngiltere'nin devrimci hareketlerden etkilenmediği konusunda hem fikirdirler. Bununla birlikte, İngilizler tedbir olarak ''Altı Kanun'' olarak isimlendirilen bir dizi kanunu hayata geçirmişlerdir. Bu kanuna göre ülkedeki bütün radikal faaliyetler yasaklanmış ve yerel yetkililere ortaya çıkabilecek bir rahatsızlık (isyan) durumunda  gerekirse güç kullanarak sorunları çözebilmeleri yetkisi verilmiştir.

1819 yılında Endüstriyel bölgelerdeki fabrika işçileri daha iyi ücret talebi ile gösterilerde bulunmaya başladılar. Bu süreç içerisinde yaşanan en önemli olay şüphesiz Peterloo Katliamı'dır. 16 Ağustos 1819'da Manchester'daki Aziz Peter Meydanında parlamenter reform lehine gösteri yapan 60.000 kişiye, yerel yöneticilere bağlı, süvarilerden oluşan yerel bir milis grubu saldırmıştır. Oluşan panik sırasında meydana gelen izdiham sırasında 11 kişi hayatını kaybetti ve 600'den fazla kişide yaralandı. Tarihçi Norman Gash bu konu hakkında "Peterloo büyük bir yanlışlık (hata) idi, ancak bir katliam değildi" demiştir. Neler olup bittiğini anlamayan yerel yetkililerin almış oldukları bu kararlar ciddi birer hataydı. Bununla birlikte, yaşanan bu olay tarihi içerisinde, İngiliz bakış açısı konusunda günümüze değin etkileri ulaşan oldukça önemli bir olaydı. Barışçıl amaçlarla toplanan kalabalığın yanlış anlaşılarak dağıtılması, resmi olarak güç kullanımı konusunda oldukça önemli bir olaydır. 1820'lerin sonunda kendini göstermeye başlayan genel bir ekonomik iyileşme ile birlikte, 1810'lu yıllarda uygulamaya konulan baskıcı (tutucu) yasalarının birçoğu yürürlükten kaldırıldı ve 1828 yılında dini muhaliflerin sivil haklarını garanti altına alan yeni bir mevzuat hayata geçirildi.

Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı dış politikası

Özelikle üç adam, 1810-1860 yılları arasındaki, İngiliz dış politikasını şekillendirmiştir. Bu kişiler, sadece arada yaşanan birkaç kesintiye rağmen, Viscount Castlereagh (özellikle 1812-22). George Canning (özellikle 1807-1829) ve Viscount Palmerston (özellikle 1830-1865)'dur. 

Napolyon'u yenen koalisyon büyük oranda İngiltere tarafından finanse edildi. Koalisyon üyesi ülkeler 1814-15 yılları arasında düzenlenen Viyana Kongresi'nde bir araya geldiler. Müttefikler, Napolyon'un 815 yılındaki dönüş girişimini başarılı bir şekilde engellediler. Castlereagh, Avusturyalı lider Klemens von Metternich ile birlikte Viyana'daki kongrede önemli bir rol oynadı. Birçok Avrupalı lider ​​Fransa'nın ağır bir şekilde cezalandırılmasını isterken Castlereagh, Fransa ile normal bir barış anlaşması yapılması için oldukça ısrarcıydı. Fransa, tazminat olarak 70 milyon livre ödeyecekti ve 1791'den sonra ele geçirilen toprakları geri iade edecekti. Castlereagh, imzalanacak barış antlaşmasının ağır koşullar içermesi durumunda Fransa'da tehlikeli bir reaksiyonun ortaya çıkabileceğini biliyordu. Artık muhafazakar ve eski moda olan Bourbons Hanedanı Fransa'da iktidardaydı, ve bu hane Avrupa'yı fethetmek gibi büyük bir tehdit de teşkil etmiyordu. Gerçekten de Castlereagh, Avrupa'da bir güç dengesinin gerekli olduğunu vurguladı. Bu sayede hiçbir ülke, Napolyon'un yaptığı gibi bütün Avrupa'yı işgal edebilecek bir güce sahip olamayacaktı. Viyana Kongresi'nin ardından, Kırım Savaşı'na (1853-56) kadar bir kaç yerel çarpışmanın dışında büyük bir çatışma yaşanmadı ve neredeyse yüzyıl boyunca devam edecek bir barış dönemi başladı. Prusya, Avusturya ve Rusya, mutlak bir monarşi ile yönetilen ülkelerdi ve her nerede ortaya çıkarsa çıksın liberal hareketleri bastırabilmek için büyük çabalar harcadılar. İlk önce İngiltere, 1815'teki Viyana Kongresinde bu duruma karşı tepkisel bir tutum takındı. Ancak mutlak monarşilerin gördüğü rağbet karşısında bu tutumunu değiştirerek 1820 yılında tam anlamıyla saf değiştirdi. İngiltere, 1826 yılında Portekiz'deki anayasal hükumeti savunmak için bir müdahalede bulundu ve 1824 yılında İspanya'nın bağımsızlıklarını ilan eden Amerikan kolonilerinin bağımsızlıklarını tanıdı. İngiliz tüccarlar ve finansörler (daha sonra demir yolu inşaatları da dahil olmak üzere) Latin Amerika ülkelerinin ekonomilerinde büyük rol oynamışlardır.

1830'lardaki reformlar

Zayıf bir hükümdar naibi (1811-20) ve kral (1820-30) olan IV. George bakanlarının hükumet işlerini tam olarak kendi üstlerine almalarına izin verdi. IV. George, pek de popüler olmayan bir playboy'du. Parlamento'dan karısı Kraliçe Caroline boşamasına imkan veren bir yasa tasarısı çıkartmaya çalıştığında kamuoyu tarafından da güçlü bir şekilde desteklendi. IV. George'un ardından tahta, Küçük kardeşi IV. William çıktı (1830-37). Ancak siyasi işlere pek de karışmadı.

Başbakan Charles Grey'in (Vikont Howick veya Earl Grey) liderliği döneminde (1830-1834), lideri olduğu Whig Partisi'ni yeniden canlandırmış, oldukça önemli reformlar gerçekleştirildi: Yoksulları ilgilendiren kanunlar güncellendi, çocuk işçiliği kısıtlandı ve bunlardan daha da önemlisi 1832 tarihli Reform Yasası ile İngiliz seçim sistemi şekillendirildi (Avam Kamarası Reformu). Üstelik, Katolik Kurtuluşu, 1829 tarihli Katolik Yardım Yasası ile güvence altına alındı. Kabul edilen bu yasa ile, Büyük Britanya ve İrlanda'da yaşayan Roma Katolik Kilisesine bağlı insanlar üzerindeki kısıtlamaların büyük kısmı kaldırıldı. 1832'de Parlamento'da alınan bir karar ile ülkede kölelik kaldırıldı ve 1833'de kabul edilen Köleliğin Kaldırılması Yasası ile bu durum kesinleşti. Hükumet ülkedeki bütün köleleri 20.000.000 £ karşılığında satın aldı (paranın büyük kısmı çoğunlukla İngiltere'de yaşayan zengin çiftlik sahiplerine gitti) ve bütün köleleri serbest bıraktı (özellikle de Karayipler'deki Şeker Adaları'nda bulunan köleleri).

Whig Partisi, 1832 yılında imzaladıkları Reform Yasası ile, Parlamenter Devrimin şampiyonu haline geldiler. Bu yasa ile ülkedeki temsil edilen kesim daha da genişledi. Bu yasa ile getirilen en önemli yeniliklerden biri ise, güçlü ve zengin aileler tarafından kontrol edilen, çürümüş semt veya cep semtleri sisteminin sona erdirilmesidir. Bu bozuk sistemin yerine ise nüfus kriteri temel alınarak yeni bir seçim sistemi oluşturuldu (Temsilcilikler yeniden paylaştırıldı, dağıtıldı). İngiltere ve Galler'de yaşayan 435.000 seçmene ek olarak 217.000 yeni seçmen daha eklendi. Yasanın kabul edilmesindeki temel amaç, ilk defa parlamentoda doğrudan seslerini duyurabilme imkanı bulan, profesyonel iş adamlarından oluşan orta sınıfın güçlendirilerek toprak sahiplerinin (soyluların) zayıflatılması idi. Bununla birlikte, tam da bu noktada, işçilerin, memurların ve çiftçilerin büyük çoğunluğu hala (1867'de oy kullanabilme hakkına sahip olana kadar) seçimlerde oy kullanabilmek için gerekli şartları taşımıyorlardı (mülkiyet şartı). Bu nedenle aristokrasi hükumete, kiliseye, orduya ve Kraliyet Donanması ile yüksek sosyeteye hakim olmaya devam etti.

Çartizm

Çartizm, 1832 yılında kabul edilen ve işçi sınıfına oy kullanma hakkının tanınmadığı Reform Yasasının hemen ardından ortaya çıkmıştır. Göstericiler, işçi sınıfına ihanet edildiğini başkalarının çıkarları için kurban edildiklerini ve hükumetin de bu durumu suistimal ettiğini iddia etmişlerdir. 1838'de, Çartistler, ''People's Charter (halk bildirgesi)" adını verdikleri altı maddelik bir bildiri yayınladılar. Bu bildiride: Bütün erkeklere oy kullanma hakkının verilmesini, eşit büyüklükte seçim bölgelerinin oluşturulmasını, oylamaların gizli yapılmasını, Parlamento Üyelerine ödeme yapılmasını (böylece fakir durumda olanlarda Parlamenter olarak görev yapabileceklerdi) ve oy kullanabilme şartı olarak konulmuş olan mülkiyet şartının kaldırılmasını talep etmişlerdir. Yönetici sınıfı bu halk hareketinin oldukça tehlikeli olduğunu fark etti. Fakat Çartistler, egemen sınıfı büyük bir anayasal değişiklik için masa başına oturmakta başarısız oldular. Günümüzde tarihçiler, Çartizm'i hem 18. yüzyıl da gerçekleşen yolsuzlukla mücadele hareketlerinin bir devamı hem de endüstriyel toplum içerisindeki demokrasi taleplerinin yeni (önemli) bir aşaması olarak görmektedirler. 

Liderler

Bu dönem içerisinde görev yapmış Başbakanlar ise: William Pitt (Genç), Lord Grenville, Portland Dükü, Spencer Perceval, Lord Liverpool, George Canning, Lord Goderich, Wellington Dükü, Lord Grey, Lord Melbourne ve Sir Robert Peel'dir.

Viktorya dönemi

Viktorya dönemi, Kraliçe Viktorya'nın egemen olduğu 1837 - 1901 yılları arasındaki döneme verilen isimdir. Bu dönemde İngiliz Sanayi Devrimi ve İngiliz İmparatorluğu zirve noktasına ulaşmıştır. Araştırmacılar, Viktorya Dönemi'nin tam olarak -yani Viktorya dönemiyle ilgili olan çeşitli sosyal, siyasal ve kültürel değişikliklerin- 1832 tarihli Reform Yasasının yürürlüğe girmesiyle mi başladığı konusunda büyük bir tartışma içerisindedirler. Bu dönemden önce (İngiliz Tarihinde) ''İngiliz Naipliği Dönemi'' (1811-1820) olarak adlandırılan dönem geliyordu. Bu dönemin sonrasında ise Edward Devri (1901-1910) olarak adlandırılan dönem gelmiştir. Viktoria, 1837 yılında 18 yaşında iken kraliçe oldu. Uzunca bir süre devam eden hükümdarlık döneminde İngiltere,  buharlı gemiler, demir yolları, fotoğrafçılık ile telgrafın yaygınlaşması sayesinde, ekonomik ve siyasi gücünün zirvesine ulaştı. Bu dönem de İngiltere Kıta Avrupası'n da yaşanan olaylar karşısında hareketsiz kaldı.

Dış politika

Serbest ticaret emperyalizmi

Fransa'nın Devrim Savaşları ve Napolyon Savaşlarından (1792-1815) yenik ayrılmasından sonra İngiltere, 19. yüzyılın en büyük deniz gücü ve emperyal gücü olarak ortaya çıktı (Londra, 1830'dan beri dünyanın en büyük şehridir). Denizlerdeki tartışmasız İngiliz egemenliği daha sonra, Avrupa'da ve dünyada göreli bir barış dönemi olarak görülen, Pax Britannica (İngiliz Barışı) olarak adlandırıldı (1815-1914). 1851 yılındaki Büyük Sergisi'de Britanya, dünyanın atölyesi olarak adlandırıldı. Serbest ticaret ve finansal yatırımlar gibi emperyal araçların kullanılması ile, Avrupa ve imparatorluk dışındaki birçok ülkede, özellikle Latin Amerika ve Asya'da büyük bir etki oluşturuldu. Bu sayede Britanya, hem İngiliz egemenliğine dayanan resmi bir İmparatorluğa hem de İngiliz sterlini üzerine kurulu gayri resmi bir imparatorluğa sahip oldu.

Rusya, Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu

İngilizler için Viktorya Dönemindeki en büyük korku Osmanlı İmparatorluğunun çökmesi idi. Çünkü Osmanlının çökmesi ve topraklarının parçalanması durumunda İngilizler kendi çıkarlarını korumak için bir savaşa girmek zorunda kalacaklardı. Britanya İmparatorluğu Rusların, Konstantinopolis'i işgal ederek Boğazları ele geçirmelerini ve Afganistan üzerinden Hindistan'ı tehdit etmelerini engellemeye çalıştı. 1853 yılında İngiltere ve Fransa birleşerek, Rusya'ya karşı, Kırım Savaşı'na müdahale ettiler. Ordunun vasat bir şekilde yönetilmesine rağmen Müttefik kuvvetler (Osmanlı, İngiltere, Fransa, Sardinya ve İsviçreli Gönüllüler) Rusya'nın Sivastopol şehrini ele geçirmeyi başardılar ve bu nedenle Çar I. Nikolay barış istemek zorunda kaldı.

Bir sonraki Rus-Osmanlı savaşı 1877 yılında başladı (93 Harbi). Avrupalı devletlerin bu defaki müdahaleleri müzakere masasında yaşandı. Toplanan Berlin Kongresi'nde, Rusya'nın şartları oldukça ağır olan Ayastefanos Antlaşması'nı (San Stefano Antlaşmasını) Osmanlı İmparatorluğu'na dayatmasını engellediler. Kırım Savaşı'nda Fransızlar ile olan ittifaklarına rağmen İngilizler, Fransız İmparatoru III.Napolyon'u güvenilmez olarak görmeye başladılar. Bunun nedeni ise III. Napolyon'un imparatorluk donanmasını oluşturması, imparatorluğunun hakimiyet alanını genişletmesi ve daha aktif bir dış politika izlemesi idi.  

Amerikan İç Savaşı

Amerikan İç Savaşı (1861-1865) sırasında, İngiliz liderler, tekstil fabrikaları için gerekli olan, pamuk bakımından oldukça zengin olan Konfederasyon'un tarafını tutmayı tercih ettiler. Prens Albert, 1861 yılının sonlarında ortaya çıkan olası bir savaş korkusunun ortadan kaldırılmasında etkili oldu. Ancak İngiliz halkı genel olarak ''Birliğin'' tarafını tutuyordu. ABD deniz kuvvetlerinin Konfederasyon'a uyguladığı deniz ablukası nedeni ile Güney'in İngiltere'ye ihraç ettiği pamuk oranında %95'lik bir düşüş yaşandı. Sadece New York üzerinden, çok küçük bir miktarda, pamuk alınabiliyordu. Birlik ile İngiltere arasındaki ticaret giderek büyüdü ve birçok genç erkek Birlik Ordusu'na katılmak için Atlantik Okyanusu'nu geçti. Eylül 1862'de Abraham Lincoln, Kurtuluş Beyannamesini ilan etti. Konfederasyon yönetimi kölelik sisteminin devam etmesini savunduğu için olası bir Avrupa müdahalesi tamamen bir hayal haline geldi. İngilizler, Birlik ablukasını delmek için hızlı işleyen bir operasyon organize ettiler. Bu sayede hatırı sayılır bir kâr karşılığında Konfederasyon'a büyük miktar da silah sattılar ve Amerikalılar'ın Konfederasyon için savaş gemisi inşa edildiğine yönelik bütün şikayetlerini göz ardı ettiler. İnşa edilen savaş gemileri Birlik ile İngiltere arsında büyük bir krize sebep oldu. 1872 yılındaki Alabama İsteklerinde (ya da Alabama Davası) Amerikanın lehine tazminat ödenmesine karar verildi.

İmparatorluğun genişlemesi

1867'de İngiltere, Kuzey Amerika da bulunan kolonilerinin büyük bir kısımını, kendi kendilerini yönetmeleri ve kendi savunmalarını gerçekleştirebilmeleri için, ''Kanada Egemenliği'' (Dominion of Canada) adı altında birleştirdi. Ancak 1931 yılına kadar Kanada'nın kendisine ait bağımsız bir dış politikası yoktu. Kanada ve İngiltere'nin bütün baskılarına rağmen bazı koloniler (kısa süre içinde olsa) oluşturulan bu birliğe katılmayı reddettiler. Bunlardan sonuncusu olan Newfoundland 1949 yılına kadar direnmeyi sürdürdü. 19. yüzyılın ikinci yarısında, çoğunlukla, Britanya İmparatorluğunun Afrika üzerindeki hakimiyetinin arttığı görüldü. Kahire'den Cape Town'a kadar gökyüzünde sadece tek bir bayrağın dalgalanması hayali Büyük Savaşın ardından önemli bir gerçeğe dönüştü. Altı kıta da geniş topraklara sahip olan İngiltere, oluşturduğu imparatorluğu bütünüyle savunmak zorundaydı. Sahip olduğu ordu gönüllülük esasına göre oluşturulmuştu. Avrupa'nın en güçlü ve en büyük devletinin planlı bir askere alma programı yoktu ve gönüllü bir orduyla, Avrupa'da zorunlu askerlik görevinde bulunmayan tek büyük güçle çalıştı. Bazı kesimler ülkenin bu konuda zorlanıp zorlanmadığını sorguluyordu.

1871'de Alman İmparatorluğunun kurulması ve hemen ardından hızlı bir biçimde gerçekleşen yükselişi, (Birleşik Devletleri ile birlikte), dünyanın en büyük ve önde gelen sanayi devleti olan İngiltere'yi yeni bir meydan okuma ile karşı karşıya bıraktı. Almanlar, İngilizlerin dünya üzerindeki konumları için ciddi bir tehdit oluşturmaya başladılar. Alman İmparatorluğu, Afrika ve Pasifik'te bir dizi koloni elde etmeyi başardı ancak Şansölye Otto von Bismarck, uygulamış olduğu denge politikası ile Avrupa'da barışı (ve güç dengesini) koruyabilmişti. Ancak  II. William, 1888'de imparator olduğunda, Bismarck'ı görevinden aldı, saldırgan bir dil kullanmaya başladı ve İngiltere'ye rakip olabilmesi için güçlü bir donanma inşa etmeye başladı. 

Napolyon Savaşları sırasında, İngiltere Cape Town'u ele geçirdiğinden beri bölgede yaşayan Hollandalı göçmenler, Cape Town'dan uzağa göç ederek kendilerine ait iki cumhuriyet kurmuşlardı. İngiliz imparatorluğu sahip olduğu vizyon nedeni ile bu devletleri kendi hakimiyeti altına almak istedi ve bölgede yaşayan Boerler (veya "Afrikanerler"), bu duruma 1899-1902'de Savaşı ile karşılık verdiler. Güçlü bir imparatorluğa karşı savaşmak zorunda kalan Boerler gerilla savaşına başladılar (İngilizlere bağlı bazı bölgelerde yaşayan halklarda daha sonra bu fırsattan yararlanmak isteyeceklerdi). Her ne kadar İngilizler savaş sırasında oldukça zorlansalar da sahip oldukları sayısal üstünlük, teknolojik gelişmişlik ve uyguladıkları acımasız taktikler ile Boerler karşısında zafer kazanabildiler. Savaş sırasında, çok sayıda insan hakları ihlali yaşandı. Bu durum ülkedeki Liberaller ve dünyadaki diğer ülkeler tarafından oldukça sıkı bir biçimde eleştirildi. Bununla birlikte, Birleşik Devletler İngilizlere aradıkları desteği vermişti. Boer Cumhuriyetleri 1910'da Güney Afrika Birliğine dahil edildiler. Kendilerini yönetebiliyorlardı (kısmı özerklikleri vardı) ancak dış politikaları Londra tarafından belirleniyordu ve Britanya İmparatorluğu'nun ayrılmaz birer parçası haline gelmişlerdi.

Kraliçe Victoria

Kraliçe Viktorya, ismini (daha önce de belirlediği) Britanya İmparatorluğunun her konuda gücünün zirvesine ulaştığı bir döneme verdi. Siyasette küçük bir rol oynamış, ancak tutarlı davranışları sayesinde ulusal birlikteliğin önemli sembolü haline geldi. Sahip olduğu bu güç tasvir ettiği imgelerden geliyordu; masum genç bir kadın, fedakar bir anne ve eş, acı çeken bir dul ve yaşlı bir kraliçe.

Disraeli

Disraeli ve Gladstone, 19. yüzyıl sonlarında, İngiltere parlamentosunun altın çağına damgasını vurmuş önemli politikacılardır. Uzun bir süre boyunca adeta putlaştırıldılar. Ancak son yıllarda tarihçiler yaptıkları çalışmalar ile, özellikle Disraeli ile ilgili, oldukça kritik saptamalarda bulundular. 

Benjamin Disraeli (1804-1881), 1868 ve 1874-80 yıllarında İngiltere'de başbakanlık görevinde bulundu. Muhafazakâr Parti için oldukça ikonik bir kahramandır. O, 1830'larda ve 1840'larda olgunlaşan ve yönetime gelen İngiliz liderlerin tipik bir örneğiydi.  Disraeli daha çok ortaya çıkan yeni siyasi, sosyal, dini değerler ve elitlerin tehditleri ile mücadele etti. Britanya'nın radikalizme, belirsizliğe ve materyalizme karşı güçlü bir ulusal lider figürüne ihtiyaç duyduğunun altını çizdi. Disraeli, Gladstone'un emperyalizme karşı takındığı olumsuz tutumunun aksine İngiliz İmparatorluğunu genişletme ve güçlendirme konusunda oldukça hevesli idi. Gladstone, Disraeli'nin toprak ticareti, askeri tantana ve imparatorluk sembolizmi politikalarını kınadı (Kraliçe'nin Hindistan İmparatoriçesi ilan edilmesi gibi) ve Disraeli'nin politikalarının modern ticari ve Hristiyan bir ulusa uymadığını söyledi. Ancak Gladstone'un kendisi bile Mısır'ın, İmparatorluğun hakimiyeti altına alınması fırsatına kayıtsız kalamadı.

Disraeli, Ruslar'ın Hindistan'a yönelik tehditlerinden bahsederek Muhafazakların desteğini büyük ölçüde arkasına aldı. Tarihçilerin iddiasına göre Disraeli'nin sahip olduğu itibar daha çok Demokrat Troy'lara yakındı ve 1874-80 döneminde sosyal mevzuatın güçlendirilmesi için bir kaç fikre sahipti. 1867 tarihli Reform Yasası'nda çalışanlar için yapılan düzenlemelerin Muhafazakarlara ait görüşleri yansıtmadığı için gözden düştü. Ancak yaptığı çalışmalar ile toplumsal sınıflar arasındaki düşmanlığı önemli ölçüde azalttı. Perry'nin de dediği gibi: ''Ne zaman büyük bir problemle karşı karşıya kalsa şehir ile köy, toprak sahipleri ile çiftçiler, işçiler ile işverenler, Britanya ve İrlanda da ki farklı dini gruplar arasındaki gerilimi azaltmaya çalıştı - diğer bir deyişle birleştirici bir sentez oluşturmaya çalıştı.'' 

Gladstone

William Ewart Gladstone (1809-1898) tam anlamıyla Disraeli'nin, liberal karşıtıydı ve dört defa başbakan olarak seçildi (1868-74, 1880-85, 1886 ve 1892-94). Uygulamış olduğu ekonomik politikalar temel olarak dengeli bütçeler, düşük vergi oranları ve piyasaya müdahale etmeme (laissez-faire) ilkelerine dayanıyordu. Her ne kadar uygulamış olduğu politikalar gelişen kapitalist bir ekonomi için oldukça uygun olsalar da değişen hayat koşulları karşısında yetersiz kalmışlardır. Hayatın ilerleyen dönemlerinde "Büyük Yaşlı Adam" olarak adlandırılmasına rağmen Gladstone her zaman İngiliz toplumunun en alt tabakası olarak görülen işçilere ve alt-orta sınıfa hitap eden dinamik ve popüler bir konuşmacıydı. Oldukça dindar bir kişilik olan Gladstone, sahip olduğu evanjelik duygular ile, ülkede egemen olan aristokrasiye karşı yeni bir muhalif politika (muhalif ses) geliştirdi. Sahip olduğu ahlaki düşünceler çoğu zaman üst sınıfa mensup rakiplerini oldukça öfkelendiriyordu. (Şiddetli bir şekilde Disraeli'nin tarafını tutan Kraliçe Viktoria da dahil olmak üzere) ve parti üzerinde kesin egemenlik kurma düşüncesi Liberal Parti içerisinde dahi bölünmelere neden oluyordu. İzlediği dış politikadaki temel amaç, (ülkeler arasında ki rekabet ve güvenliğe rağmen) düşmanlık ve şüphe yerine işbirliği içerisinde hareket eden bir Avrupa düzeninin oluşturulmasıydı. Hukukun üstünlüğü, şahsi çıkarların ve kişisel gücün üstünde yer almalıydı. Gladstone'un oluşturmak istediği uyum içerisindeki Avrupa Düzeni, gizli ittifaklar ve karşılıklı husumetlerin kullanılmasına dayanan Bismarkçı Sistemi benimsemiş Almanlar tarafından kesin bir yenilgiye uğratıldı.

Salisbury

Tarihçiler Muhafazakâr Başbakan Lord Salisbury'yi (1830-1903) geleneksel, aristokrat muhafazakarlığın simgesi olan yetenekli bir lider olarak görmekteydiler. Tarihçi Robert Blake, Salisbury'nin büyük bir dış işleri bakanı olduğunu, ancak [aslında] evde (kendi ülkesinde) oldukça gerici bir lider olduğu söylemiştir. Profesör P.T. Marsh'ın tanımlaması ise çok daha olumludur; O ise Salisbury için: "Ülkedeki olumlu gidişatı yirmi yıl geriletmiş bir lider" demiştir. Profesör Paul Smith ise modern Muhafazakarlığın ilericiliğe uygun olmadığını savunmuştur. Profesör HCG Matthew ise Salisbury'nin dar ve kötümser kimliğine işaret etmektedir. Salisbury'e hayran isimlerden biri olan Maurice Cowling ise, onun için 1867 ve 1884 tarihli Reform Yasaları ile demokrasinin doğuşuna katkıda bulunduğunu ve belkide kişiliğinin bütün kötü yönlerine rağmen yönetimi beklenilenden daha az sakıncalıydı demiştir.

Ahlak

Viktorya dönemi ayrıca, kişisel ahlak üzerinde hakim olan Viktorya standartları ile de ünlüdür. Tarihçiler genel olarak, orta sınıfın yüksek kişisel ahlaki standartlara sahip olduğunu ve çoğunlukla bu kurallara uyduklarını iddia etmektedirler, ancak işçi sınıfının bu kurallara uyup uymadığı büyük bir tartışma konusudur. 19. yüzyılın sonlarında, Henry Mayhew gibi ahlakçılar, kenar mahalleler de evlilik dışı birlikte yaşama oranlarının ve gayri meşru doğum oranlarının oldukça yüksek olduğunu ve bu nedenle buraların oldukça kötü yerler olduklarını belirtmişlerdir. Bununla birlikte, bilgisayar yardımı ile veriler üzerinde yapılan eşleştirmelerde fakirler ve işçi sınıfı arasındaki doğum oranının oldukça düşük bir seviyede - %5'in altında - olduğu görülmüştür.

20. yüzyılın başları

1900-1923 döneminde görev yapan başbakanlar ise şunlardır: Salisbury Marki, Arthur Balfour, Sir Henry Campbell-Bannerman, Herbert Henry Asquith, David Lloyd George ve Andrew Bonar Law'dır.

1901-1914 Edward dönemi

Kraliçe Victoria, 1901'de öldü ve oğlu IIV. Edward yeni kral olarak taç giydi. Edward'ın kral olması ile  Edward Devri (Edward Dönemi) başladı. Karamsar Viktorya Dönemi'nin aksine bu dönem içerisinde zenginlik ve gösteriş ön plana çıktı. 20. yüzyılın başlaması ile sinema filmleri, otomobiller ve uçaklar gibi yeni teknolojik gelişmeler giderek yaygınlaşmaya başladı. Yeni yüzyıl büyük bir iyimserlik havası ile gelmişti. Geçen yüzyıl da yapılmaya başlanan sosyal reformlar, bu yüzyılda da devam etti. 1900 yılında İşçi Partisi kuruldu. Edward 1910 yılında hayatını kaybetti. Yerine V. George tahta geçti ve V. George 1910 - 1936 yılları arasında hüküm sürdü. Adının skandallar karışmaması ve çok çalışkan olması nedeni ile V. George, Kraliçe Marry ile birlikte, İngiliz orta sınıfının değerlerini yansıtan örnek bir hükümdardır. Deniz aşırı bir İmparatorluğun ne demek olduğunu bütün bakanlarından (başbakanları da dahil) çok daha iyi anlamıştı. Edindiği bilgileri İmparatorluğun her alanında (üniformalar, politikalar, diğer devletler ile olan ilişkilerde ve tebası ile iyi ilişkiler kurmada) kullandı.

Bu dönem sırasında ülkedeki refah oldukça yüksekti ancak yaşanan siyasi krizler bu dönemi gölgede bırakıyordu. Dangerfield (1935), bu dönemde yaşanan olaylar için "liberal İngiltere'nin garip ölümünü", tanımını kullanmıştır. 1910-1914 yılları arasında Britanya'da İrlanda krizi, işçi sınıfının huzursuzlukları, kadınların oy kullanma hakkı talepleri ve Parlamento içerisinde görülen (partizansal) anayasa mücadeleler görüldü. İlk başlarda Britanya Ordusu, İrlanda konusunda müdahalede bulunmaktan kaçınmıştı. 1914'te I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesi nedeni ile ülke içerisindeki sorunların bitirilmesine yönelik çözüm arayışları askıya alındı. McKibben, Edward döneminde görülen siyasi parti sisteminin 1914'de başlayan Büyük Savaş öncesinde oldukça hassas bir dengede olduğunu savunmuştur. Liberaller, İşçi Partisi ve İrlandalı Milliyetçiler ile güçlü bir ittifak içerisinde idiler. Kurulan bu koalisyon: serbest ticareti (muhafazakârların savunduğu yüksek gümrük tarifelerinden farklı olarak), işçi sendikaları için ücretsiz toplu sözleşme hakkını (muhafazakârların karşı oldukları bir diğer konu), ülkedeki refahın artması için aktif sosyal politikaları ve Lordlar Kamarasının gücünün azaltılması için anayasa değişikliğini savunuyorlardı. Koalisyonun uzun vadeli bir planı yoktu, çünkü 1890'lı yıllardan kalan artıklar ile kaplanmıştı. Koalisyonun sosyolojik temeli ise, İşçi Partisi tarafından vurgulanan ve Anglikanlık ile İngilizliğin egemen olmadığı bir (sınıf çatışmasının engellendiği) etnisitenin oluşturulması idi. 

Büyük savaş

Zorlu bir başlangıç döneminin ardından Britanya, Amerika ve Fransa ile aynı safta yer alarak, İttifak güçlerini yenmek için David Lloyd George önderliğinde insan gücünü, finansal gücünü, imparatorluk ve diplomasi gücünü başarılı bir şekilde harekete geçirdi. Çok sayıda erkeğin savaş için görevli olmasına rağmen Britanya ekonomisi 1914-1918 yılları arasında %14 büyüdü. Aynı dönemde ise Alman ekonomisinde %27'lik bir daralma meydana geldi. I. Dünya Savaşı sırasında, mühimmat üretimin arttırılması için kamu harcamalarında (ve sivillerin bireysel harcamalarında büyük bir düşüş görüldü) büyük bir kısıntıya gidildi. GSYİH içerisindeki hükümet payı 1913'te % 8'den 1918'de %38'e yükseldi (1943'te ise %50 oranında). Savaş, İngiltere finansal rezervlerinin büyük bir kısmını tüketti ve ABD'den büyük miktarda borç almak zorunda kaldı.

İngiltere, Belçika'yı Alman işgalinden korumak için oldukça hızlı bir şekilde savaşa girdi. Kısa süre içerisinde, Batı Cephesinde, Almanlar ile yaşanan savaş sırasında önemli bir rol üstlendi. Ayrıca Almanya'nın deniz aşırı toprakları (sömürgeleri) ile olan bağlantısının kesilmesinde de önemli bir rol oynadı. Savaş ile ilgili herkesin sahip olduğu romantik hayaller (cesaret ve kahramanlık gibi) kısa süre içerisinde Fransa'daki savaşın bir siper savaşına dönüşmesi nedeni ile yıkıldı. Batı Cephesinde İngilizler ve Fransızlar, 1915-16 yıllarında Alman hatlarını yarabilmek için tekrar tekrar saldırdılar. Ancak bu saldırılar sonucunda yüzlerce kişi öldü ve binlercesi de yaralandı. Bütün bu kayıplara rağmen bir kilometre bile ilerleyemediler. 1916 yılında orduya yapılan gönüllü katılımların düşmesi nedeni ile hükumet zorunlu askerlik uygulamasını hayata geçirdi. (ancak İrlanda'daki milliyetçilerin karşı çıkması nedeni ile bu programı İrlanda da tam olarak uygulayamadı). Birçok fabrika mühimmat üretimi yapabilmesi için dönüştürüldü ve yüzlerce kadın fabrikalarda çalışmaya başladı. Asquith Hükumeti savaşın başlangıcında oldukça etkisizdi. Ancak Aralık 1916'da  David Lloyd George'un yönetime gelmesi ile Britanya ihtiyaç duyduğu güçlü lidere sonunda kavuşmuş oluyordu. 

Kraliyet Donanması, denizlere hakim olmaya devam ediyordu. Alman donanması ile sadece bir tek büyük savaş yaşandı ve Almanlar 1916 yılındaki Jutland Savaşının ardından geri çekildiler. Kısa süre içerisinde Almanya abluka altına alındı ve ülkede yiyecek sıkıntısı yaşanmaya başlandı. Almanya bu duruma, tarafsız bir güç olan Birleşik Devletler'in tepkisine rağmen, denizaltı savaşları ile karşılık vermeye çalıştı. Britanya etrafındaki bütün denizler (sular) savaş alanı ilan edildi. Bu alanda bulunan bütün gemiler ister tarafsız olsun isterse düşman askeri birer hedef sayılacaklardı. Lusitania isimli yolcu gemisinin Mayıs 1915'te batırılmasının ardından (100 kadar Amerikalı yolcu boğularak ölmüştür) ABD'nin göstermiş olduğu tepki Almanya'nın sınırsız denizaltı savaşı politikasından vazgeçmesine neden oldu. 1917'de Rusya'ya, karşı kazanılan zaferin ardından Almanlar nihayet Batı Cephesinde sayısal üstünlüğü elde edebileceklerini düşünüyorlardı. Almanlar 1918'de kitlesel bir Bahar Taarruzu yapmayı planlıyordu ve bu taarruzla eş zamanlı olarak bütün ticari gemiler hiçbir uyarı olmadan batırılmaya başlanacaktı. Birleşik Devletler 1917'de Müttefikler'in safında girdi. Bu sayede Müttefikler savaşa devam edebilmek için gereksinim duydukları insani ve finansal güce kavuşmuş oluyorlardı. Diğer cephelerde ise İngilizler, Fransızlar, Avustralyalılar ve Japonlar Almanya'nın kolonilerini işgal ediyordu. Britanya'ya bağlı kuvvetler Çanakkale Cephesinde Osmanlı İmparatorluğu karşısında büyük bir yenilgi yaşadılar. Mezopotamya'da ise topraklarından Türkleri çıkarmak isteyen Arapların da desteğini alarak büyük başarılar kazandılar. Fransa'daki savaşın sonu görünmediği için savaş yorgunluğundan kaynaklanan huzursuzluk 1917 yılında giderek yükselmeye başladı. 1918'de Almanların başarılı olmayı umdukları ilkbahar saldırıları başarısızlıkla sonuçlandı. Mayıs 1918'e değin günde 10.000 Amerikan askeri Batı Cephesine ulaşmaya başlamıştı. Kısı süre içerisinde Amerikan Yurt dışı Seferi Kuvvetlerinin büyüklüğü bir milyon askere ulaşmıştı. Almanlar artık savaşa devam edemeyeceklerini fark ettiler. Sonunda Almanya, 11 Kasım 1918'de bir ateşkes antlaşmasını - aslında bir teslimiyet anlaşmasını - kabul etti.

Viktorya Döneminden kalma düşünceler yirmi yüzyılın ilk yılları boyunca da devam etti ve nihayet I. Dünya Savaşı sırasında değişmeye başladı. Ordu daha önce hiç bu kadar büyük sayıda insanı istihdam etmemişti. Savaş sırasında sadece 247.432 kişi görevliydi. 1918 yılına gelindiğinde ise yaklaşık beş milyon kişi orduda ve yeni oluşturulan Kraliyet Hava Kuvvetlerinde görev yapıyordu. Kraliyet Donanması Hava Servisi (RNAS) ve Kraliyet Uçuş Kolordusu ise (RFC) yaklaşık savaş öncesindeki ordunun mevcuduna ulaşmıştı (Yaklaşık 200.000). Verilen üç milyonluk kayıp daha sonra ''kayıp nesil'' olarak adlandırılmıştı ve savaş sırasında (ve sonrasında) toplumda büyük bir parçalanma görüldü. Bununla birlikte, bazı insanlar, yaptıkları fedakarlıkların Britanya'da çok az saygı gördüğünü düşünüyorlardı. Şair Siegfried Sassoon'un yazdığı Blighters isimli eserde ülkede görülen jingoizm'i ciddi biçimde eleştirmiştir.

Savaş sonrası

Savaş, İngiltere ve müttefikleri tarafından kazanılmıştı. Ancak gerek insani gerekse finansal bakımdan korkunç kayıplara uğranılmış idi. Bu nedenle bir daha böyle bir savaşın yaşanmaması konusunda bir düşünce oluşmaya başladı. Milletler Cemiyeti, ulusların bütün farklılıklarına rağmen sorunlarını barışçıl bir biçimde çözebilecekleri düşüncesi üzerine kurulmuştu. Ancak bu düşünceler sadece birer hayal olarak kalacaktı.

Savaşın ardından İngiltere eskiden Alman kolonileri olan Tanganika ve Togoland'ın bir kısmını kazandı. Ayrıca, Filistin (daha sonra Yahudi yerleşimciler için güvenli bir anavatan haline getirilecek) ve Irak (Mezopotamya'da yer alan üç Osmanlı vilayetinin birleştirilmesi ile kuruldu) Milletler Cemiyeti tarafından oluşturulan İngiliz mandasının hakimiyeti altına verildi. Bunların ikisi de 1932'de tamamen bağımsız hale geldiler. 1882'den beri İngiliz himayesinde olan Mısır, 1922'de bağımsız hale geldi, ancak İngiliz birlikleri 1956 yılına kadar ülkede kalmaya devam etti.

Ülkede 1919 yılında çıkarılan ''Konut Sözleşmesi'' ile insanlar için ucuz ve kolaylıkla satın alınabilir evlerin yapılması ve böylece insanların gecekondu mahallelerinden taşınabilmeleri sağlanmıştır. Fakat gecekondu mahalleleri birkaç yıl daha var olmaya devam ettiler. Tranvaylar ise evlerden çok daha önce elektrik ile çalışmaya başladılar. 1918 yılında çıkarılan ''Halkın Temsili Sözleşmesi'' ile ev sahibi olan kadınların oy kullanabilmesi kararlaştırıldı. Ancak 1928 yılına kadar tam bir eşitlik söz konusu olamadı. İşçi Partisi, Liberal Parti'yi 1922 seçimlerinde ikinci sıraya itti ve büyük bir başarı kazandı. 

İrlanda

İrlanda kanunları için kampanya

1800 yılında kabul edilen Birlik Yasasının bir kısmına göre İrlanda'daki Ceza Yasaları yürürlükten kaldırılacak ve Katolik Kurtuluş kabul edilecekti. Ancak Kral III. George, Anglikan Kilisesi'ni savunmak için taç giyme yeminini bozacağı iddiası ile Katolik Kurtuluşun gerçekleşmesini engelledi. Avukat Daniel O'Connell'in başlattığı bir kampanya ve Kral III. George'un ölümünün ardından, 1829 yılında Katolik Kurtuluş sağladı ve böylece Katoliklerin de Birleşik Krallık Parlamentosu'nda temsil edilmesine (bulunabilmelerine) izin verildi. Fakat Katolik Kurtuluş, O'Connell'ın kampanyasının asıl hedefi değildi. Onun hedefi Büyük Britanya ile imzalanan Birlik Yasasının kaldırılması iptal edilmesi idi. 1 Ocak 1843'te O'Connell kendinden emin bir şekilde (aslında yanılıyordu) o yıl Birlik Yasasının yürürlükten kaldırılacağı iddiasında bulunmuştu. 1846'da Patates Kıtlığı adayı vurunca, ada da yaşayan halkın büyük bir kısmı yiyecek olmadığı için adayı terk etmeye başladı (yaklaşık üç milyon kişi). Oysa ki ada da üretilen canlı hayvanların ve tarım ürünlerinin büyük çoğunluğu İngiltere'ye kira karşılığında gönderiliyordu (Kıtlık doruğa ulaştığı sırada bile tonlarca tahıl ve binlerce canlı hayvan İngiltere'ye gönderilmişti).

İngiliz politikacılar ise kendi aralarında bölündüler. Bir kısmı müdahale edilmemesini savunurken bir kısmı ise derhal müdahale edilmesini savunuyordu. Özel kişiler ve yardım kuruluşları tarafından bir miktar ekonomik finansman sağlanırken, hükumetin harekete geçmemesi sonucunda kıtlık tam bir felaket halini aldı. İrlanda'da yaşanan "Büyük Açlık" döneminde, ''Cottier'ler'' (kiralanan küçük tarım alanlarında yaşayan çiftçiler) büyük oranda yok oldular. Birliğin devam ettirilmesini savunan önemli miktar da bir azınlık Parlamentoya seçildi. İrlanda'daki eski Troy kilisesine mensup bir avukat olan Isaac Butt milliyetçi bir seçim kampanyası yürüttü ve 1870'ler Öz Yönetim Birliğini (Home Rule League, İrlanda'nın özerk bir yönetime sahip olmasını savunan siyasi parti) kurdu. Butt'un ölümünden sonra Öz Yönetim Birliği veya İrlanda Parlamento Partisi William Shaw ve radikal bir genç Protestan toprak sahibi olan Charles Stewart Parnell'in rehberliğinde önemli bir politik güç haline geldi.

Parnell'in hareketi, İrlanda'nın kendisini Birleşik Krallığa bağlı bir bölge olarak yönetmesi gerektiğini savunan, ''Home Rule (Öz Yönetim)'' ilkesini savunuyordu. İki Öz Yönetim Bildirgesi (1886 ve 1893) Liberal Başbakan William Ewart Gladstone tarafından çıkartıldı, ancak büyük oranda Muhafazakâr Parti ve Lordlar Kamarası'nın muhalefeti nedeniyle kanun haline gelemediler.  Birliğin devam etmesini savunanlar ise (çoğunlukla Ulster'da değil) büyük oranda Öz Yönetim fikrine karşı çıkıyorlardı. Onların en büyük korkusu ise Katolik Milliyetçilerin (Roma Yönetimi) Dublin Parlamentosunda kendilerine misilleme yapmaları ve Roma Katolikliği Doktrinini sanayi tariflerinde uygulamaları idi. İrlanda'nın büyük bölümünün öncelikli ekonomik faaliyeti tarımdı. Ancak Ulster'daki altı ilçe ağır sanayi bulunuyordu ve uygulanacak her hangi bir tarife büyük oranda bu bölgeleri etkileyecekti. 

İrlandalıların Britanya'dan talepleri, O'Connell'in "Birlik Yasasının yürürlükten kaldırılması" ndan William Sharman Crawford'un "federal planı" na(aslında tam bir federalizm değil bir tür devir işlemi), Issac Butt'un Öz Yönetim Ligi'ne kadar uzanıyordu. İrlandalılar, 19. yüzyılın ortalarına kadar öz yönetim fikrine pek de sıcak bakmıyorlardı. Bu nedenle büyük bir destek alamayan (ada halkının büyük kısımından) 1848 ve 1867 isyanları başarısızlıkla sonuçlandı.

O'Connell'in yürüttüğü kampanya adada yaşayan halkın sınırlı sayıda hakka sahip olması nedeni ile büyük oranda başarısız oldu. Sahip olunan hakların genişlemesi ile daha iyi Birlik karşıtı partiler ortaya çıkmaya başladı. 1867 de imzalanan ''İngiliz Kuzey Amerika Yasası''na göre Kanada'nın Britanya'ya bağlı bir şekilde kendi kendini yönetmesi gibi bir sistemi savunan ''Home Rulers'' (Öz Yönetimciler) 1874 seçimlerinde Parlamento da büyük bir temsil oranı kazandılar. 1882 yılında Öz Yönetim hareketinin liderliği, İrlanda Parlamento Partisi (IPP) üyesi Charles Stewart Parnell'e geçti. Sahip olunan hakların daha da genişletilmesi İrlandalı olmayan parlamenterler arasında da ideolojik bir değişim başlattı ve İrlandalıların taleplerine çok daha duyarlı bir hale geldiler. 1885 yılındaki seçim de, ise İrlanda Parlamento Partisinin (IPP) galip olarak ayrıldı ve gücün önemli bir kısmını elinde topladı. Başlangıçta kurulacak olan bir azınlık hükumetinde Muhafazakarları destekleyeceklerini açıkladılar. Ancak Liberal Parti lideri  William Ewart Gladstone'un Öz Yönetim hareketini dikkate aldığını öğrenince IPP, muhafazakarlara olan desteğini çekti ve Liberaller ile işbirliği yapmaya başladı.

Gladstone'un hazırladığı ilk Öz Yönetim Bildirisi ( First Home Rule Bill ) daha çok 1840 Birlik Yasası (Kanada Yasası) ile İngiliz kolonilerine verilmeye başlayan kendi kendine yönetim hakkına benziyordu (Özelikle de 1867 tarihli İngiliz Kuzey Amerika Yasası). İrlandalı parlamenterler artık Westminster'da oy kullanamayacaklardı, ancak Dublinde ayrı bir parlamento kurulacak ve bu parlamentoda askerlik ve dış ilişkiler hariç diğer bir çok konuda adanın büyük bir kısmını ilgilendiren kararlar alabileceklerdi. Askeri işler ve dış ilişkiler Londra'nın kontrolü altında kalmaya devam edecekti. Gladstone'un önerileri çoğu İrlandalı milliyetçinin istediği seviyede değildi ancak hem İrlandalı hem de İngiliz Birlik yanlıları için oldukça radikal kararlardı. İlk Öz Yönetim Bildirisi parti içinde gerçekleşen bölünmelerden sonra Avam Kamarasından onay alamadı. Gladstone, konuyu 1886 seçimlerinde tekrar gündeme getirdi ancak birlik yanlıları (Muhafazakârlar ve Liberal muhalifler) Öz Yönetim Koalisyonu (Liberal ve İrlandalı milliyetçiler) güçlü bir birlik oluşturdular.Öz Yönetim yanlısı partiler İrlanda, İskoçya ve Galler de üstünlüğü ele geçirdiler ancak İngiltere de pek de başarılı olamadılar. Kazandıkları koltukların büyük bir kısmına itiraz edildi.

Parnell, 1892 seçimlerinden önce, Parnell'in adı büyük bir seks skandalına karıştı. Bu durum büyük destekçisi olan Katolik Kilisesi'nin büyük tepkisini çekti ve Parnell'in, Katharine O'Shea eşinden boşandı.  IPP, INL ve INF olmak üzere iki gruba ayrıldı. Parnell ülkesinde kendisi için pek de iyi şeylerin düşünülmediği bir dönemde öldü. 1892 yılındaki seçimlerde, Öz Yönetim yanlıları küçük bir çoğunluk elde ettiler; Liberaller ise yine de İskoçya'da ve Galler'de, İngiltere'ye göre daha iyi durumdalardı. Gladstone, bu kez 1893 yılında ikinci Öz Yönetim Bildirisi'ni hazırladı (Second Home Rule Bill ). Bu bildiri Avam Kamarasında kabul edildi ancak beklenildiği gibi, Muhafazakarların ağırlıkta olduğu, Lordlar Kamarasında reddedildi. 

İrlanda kanunları üzerine anlaşma

Öz Yönetim isteğine karşı olan Muhafazakarlar 1890'larda, iktidara geldiklerinde, Britanya siyaseti içerisinde yok olup gittiler. Bununla birlikte, Muhafazakâr hükumet, Öz Yönetim isteğinin aslında materyalist kökenli olduğunu ve  İrlanda'da yaşayan halkın yaşam standartlarında iyileştirmeler yapıldığı takdirde böyle bir isteğin bir daha tekrarlanmayacağını düşünüyordu. Hatta bu durumu ''Öz Yönetimi kibarca öldürmek'' olarak tanımlamışlardı. Bu amaçla yapılan reformlar arasında, 1898 tarihli Yerel Yönetim (İrlanda için) Yasası ve İrlanda Toprakları (Wyndham Land) Yasası da yer alıyordu. Anayasa değişikliklerinin dışında Britanya hükumeti İrlandalıları kontrol altına almak için başka yöntemlerde denedi. 1868-1908 yılları arasında İrlanda'da: İrlanda'ya yapılan yatırımlar artmış, büyük miktarda arazi toprak sahiplerinden (Lordlardan) satın alınarak küçük çiftçilere, yerel yönetim daha demokratikleştirilmiş ve İrlandalıların sahip oldukları haklar genişletilmiştir. Bununla birlikte, pek çok sosyal ve ekonomik şikayetin sona ermesi İrlandalıların kendi kendilerini yönetme isteklerini sona erdirmedi. Britanya hükumetlerinin artık İrlandalıların taleplerini karşılamanın, onları kontrol altında tutmak için etkili olabileceği fikrinden vazgeçmeleri gerekiyordu. Çünkü yapılan bu uygulamalar İrlandalıların kendi kendileri yönetme istekleri karşısında oldukça etkisizdi.

Bazı Britanyalılar, İrlanda milliyetçiliği artık meşru kabul etmeye başlamıştı. Britanyalı liberaller İrlandalıların yapacakları bir seçim ile meşru bir hükumet halinde Birleşik Krallıktan ayrılabileceklerini dile getirmeye başlamışlardı. Ulusal bir hükumet bağımsızlık için öne sürülen ilk şarttı. Birlik yanlısı lidere göre İrlanda'ya bağımsızlık verilmesi oldukça tehlikeli idi. Çünkü olası bir savaş durumunda Kıta üzerinde yer alan düşman devletler (özellikle Almanya) bu adaya yerleşebilirdi. Bu ifadelerden sonra (1922'den sonra) Winston Churchill, Birlik yanlılarının bu düşüncelerinin hiç bir dayanağının olmadığını ve fosilleşmiş zihinlerin ürünleri olduğunu söylemiştir. Ayrıca Büyük Savaş gibi bir ''dış şokun'' sadece bu düşünceyi değiştirebileceğini de eklemiştir.

Liberaller 1905'te iktidara geldiler. Lordlar Kamarası ile yaşadıkları "Halkın Bütçesi" isimli gerilimin ardından 1910 yılında seçimlerin iki defa yenilenmesine neden olan bir dizi anayasal çatışma içerisine girdiler.  Aralık 1910 yılında yapılan ikinci seçimde, Liberaller Avam Kamarasındaki güçlü konumlarını kaybettiler ve o sırada John Redmond yönetiminde bulunan İrlanda Parlamento Partisinin desteğine ihtiyaç duyuyorlardı. Redmond'un desteği ile Avam Kamarasındaki güç dengesi yeniden sağladı ve Redmond bu sayede H. H. Asquith'in başbakanlığı döneminde, eski Liberal İttifakı bir kez daha canlandırmıştı. Bütçe'den kaynaklanan bir nedenden dolayı Asquith, yeni bir Öz Yönetim Bildirisini kabul etmek ve 1911 yılında kabul edilen Parlemento Yasası ile Lordlar Kamarasının veto yetkisinin kaldırılmasını kabul etmek zorunda kaldı. İrlanda Parlamento Partisi, 1912 tarihli Öz Yönetim Bildirisinin kabul edilmesi ile verdikleri desteğin karşılığını fazlasıyla almıştı. Bununla birlikte, Lordlar Kamarasının veto yetkisinin de kaldırılması ise ilk defa durumun oldukça ciddi olduğunun farkına vardılar. Bununla birlikte kabul edilen Bildiri, özellikle çoğunluğunu Protestanların oluşturduğu Ulster Bölgesinde, birlik yanlılarının (özellikle de İrlanda Birlik İttifakı'nın) büyük tepkisini çekti.

Bildiri, I. Dünya Savaşının başlamasından sadece birkaç hafta sonra, Eylül 1914 tarihinde, ''İrlanda Hükumet Yasası'' (Government of Ireland Act) adı altında kabul edildi. Fakat yasanın hayata geçirilmesi savaş nedeni ile askıya alındı. İrlanda'daki tansiyon ise oldukça yüksekti Birlikçi Ulster Gönüllüleri (Unionist Ulster Volunteers) ile karşıtları Milliyetçi İrlandalı Gönüllüler (Nationalist Irish Volunteers) adam toplamaya, silahlı eğitimler vermeye ve silah depolamaya başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı, Birlik yanlısı oluşumlar ile İrlandalı Parlamento Partisi arasındaki tansiyonu daha da yükseltmişti. Her iki tarafta Müttefiklerin safında savaşmaları için gönüllü toplamaya başlamıştı. Toplanan bu gönüllülerden üç İrlanda Tümeni oluşturuldu. Bunlar: 10. (İrlanda) Tümen, 16. (İrlanda) Tümen ve Kitchener'in yeni ordusuna bağlı 36. (Ulster) Tümeni idi. Bunun yanında Cumhuriyetçiler ise savaşa dahil olunmaması gerektiğini, bu savaşın İrlanda'nın değil İngiltere'nin savaşı olduğunu savunmuşlardır.

Ayaklanma

1916 yılında, yaklaşık bir yıl öncesinden planlanan'' ''Paskalya Ayaklanması'' Dublin'de patlak verdi. İsyancılar bağımsız İrlanda Cumhuriyetinin kurulduğunu ilan ettiler. Bir hafta kadar devam eden çetin mücadelelerin ardından İngilizler tekrar durumu kontrolleri altına aldılar. İsyanın ele başı olduğu öne sürülen 15 isim yargılanarak idam edildi. Bu olay Katolikleri ve milliyetçileri birbirlerine daha da yabancılaştırdı. Bu olayın ardından Bakanlar Kurulu, Mayıs 1916'da 1914'de kabul edilen Yasasının derhal hayata geçirilmesi ve Dublin'e bir hükumetin kurulması kararını aldılar. Altı ay süren müzakereler, Ulster'in yeni kurulacak olan Dublin parlamentosunun kontrolü altına girip girmeyeceği konusu nedeni ile başarısızlıkla sonuçlandı. Asquith, 1917 yılında yeni bir Öz Yönetim Bildirisi yayınlamak zorunda kaldı. Bu bildiride İngilizler, İrlandalıların öz yönetim isteklerini kabul ettiklerini ve yeni bir anlaşmaya varılması gerektiğini ilan etmişlerdi. İki taraf arasındaki uzlaşı 1920 yılında iki İrlandalı parlamenterin Dördüncü Öz Yönetim bildirisini 1920 tarihli ''İrlanda Hükumeti Yasası'' olarak kabul etmeleri ile sağlandı. 6 Aralık 1922'de İrlanda'da, ''Özgür İrlanda Devleti'' isimli yeni bir devlet kuruldu. Beklendiği gibi, "Kuzey İrlanda" olarak bilinen bölge (Ulster'daki altı ilçe), hemen Anglo-İrlanda Antlaşması'nda kendilerine sağlanan hakkı kullanarak yeni devletten ayrıldılar. Büyük Britanya'nın İrlanda'nın bir bölümü ile yeniden birleşmesi sonucunda devletin adı Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı olarak değiştirildi. Bu isim günümüzde halen kullanılmaktadır.

Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı hükümdarlarının listesi

1927 yılına kadar Britanya hükümdarlarının kullandıkları kraliyet unvanları arasında "Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı" ifadesi de yer alıyordu. 1927 yılında "Birleşik Krallık" sözcüğü kraliyet unvanından kaldırıldı, böylece hükümdarın unvanı "Büyük Britanya, İrlanda Kralı / Kraliçesi ... [ve diğer yerler]" halini aldı. "Birleşik Krallık" sözcüğü, 1953 yılında tekrar kraliyet unvanına eklendi ve "İrlanda" ifadesi değiştirilerek "Kuzey İrlanda" halini aldı.

  • III. George (1801-1820; 1760'dan beri yönetimdeydi)
  • IV. George (1820-1830)
  • IV. William (1830-1837)
  • Victoria (1837-1901)
  • VII. Edward (1901-1910)
  • V. George (1910-1922, unvan 1927 yılına kadar kullanıldı, ancak 1936'da ölümüne kadar hükümdarlığı devam etmiştir.)